28 Mart 2008 Cuma

Eksik Hikaye

Küçük bir çocukken uyumak için hep masal dinlerdim annemden. Her gece farklı birşey anlatır ve ben hiçbir zaman sonunu bilemediğim hikayeler dinlerdim. Bazılarına rüyamda devam eder, bazılarını ise belirsizliğe süreklerdim. Ama yarım kalana hiçbir zaman devam edilmezdi. Her gece başka bir masal.
Belki de bu yüzden yarım kalmış hikayeler yaşıyorum hep. Hep bir şeyler eksik bitiyor hayatımda. Huzun içinde olmuyor artık uykular. Yenisi başlar mı bilinmiyor. Rüyada devam edilmiyor. Belki de sırf bu yüzden eksik biraz hayat.
Büyüdükçe yaralar da farklılaşıyor. Eskisi kadar kolay kapanmıyor. Diz kapağımın da yeri farklı artık. Her düştüğümde kanayan yer bu yüzden değişiyor. Ve yollardaki çakıl taşları görünmez birer hançer sanki artık.
Yarım kalıyor hikayelerim çocukluğumda olduğu gibi. Kırmızılar giymiş kız babaannesine hiç ulaşamıyor. Şekerden ev görünüp yenemeden uykuya dalınıyor. Ve uykular artık güneş ışığıyla bitmiyor. Gözlerdeki ışıkla birlikte kararıyor gün ve yeni bir hikaye bulana kadar aydınlanmıyor.
Annem yok başımda artık masallarım sürerken. Kendi masallarımı kendim yaratıp, yine kendime anlatıyorum. Üstüm açık uyuyorum bu yüzden çoğu zaman. Kimse unuttuğum ışığımı söndürmeye gelmiyor. Ve mutlu bitecek masallar bazen bir ölümle sonuçlanıyor...

26 Mart 2008 Çarşamba

Huzuru Bulmak

Kim hayatında bir köy gördü?
Başkadır köyün kokusu, insanları. Bazılarının sadece derslerde gördüğü hayvancılıkla geçinir onlar. Gübre kokusu aşina oldukları bir şeydir ve hiç yadırgamazlar şehirli insanlar gibi. Hatta köylerinin kokusudur ve o uzaklaştıklarında ilk özledikleri de belki bu kokudur.
Hormon nedir bilmezler meyve ve sebzelerde. Bazılarının çok az eriştiği zevk olan dalından koparılan meyveyi yemek onlar için olağandır. Hatta başka nasıl yeni bilmezler. Onlara göre marketlerde yüksek fiyatlara satılan mevye sebzeler anlamsızdır.
Çocuklukları ağaç tepelerinde geçmiştir. Yüksek rakımlarda yaşamak hiçbir zaman zor gelmemiştir. Ve barbi bebeklere asla sahip olamasalar da ağaçtan evlerini, çamurdan oyuncaklarını her zaman daha çok sevmişlerdir.
Hipodromların dışında at görmenin ve binmenin zevkine varmışlardır. Mutlaka lastik ayakkabıları olmuş ve gidemedikleri sinema salonları onlar için eksiklik sayılmamıştır. Hep hasret kalınan uzun sohbetleri onlar yaparlar. Külüne muhtaç oldukları komşular vardır ve kimse hiçbir zaman külünü komşusundur esirgememiştir.
Yine de bazen şivelerine güler insanlar. Bazen küçümseyen gözlerle bakıp, insan olduklarını unuturlar onların. Herkesten fazla hayatın içinde olmalarını çekemezler belki de.
Belki de tek yapılması gereken bir yaz Bodrum yerine adını bile duymadığınız bir köyde geçirmektir tatili. O zaman hep aranıp bulunamayan huzur belki size de uğrar kısa bir süre de olsa...

Öğretilmiş Hayat

Yaşamayı kaç kişi kendi keşfediyor çok merak ediyorum. Genel olarak çoğu şey öğretiliyor çünkü bize. Neyin doğru neyin yanlış olduğu, iyi yada kötü hep öğretiliyor. Bununla ilgili konuya başka bir yazıda değineceğim. Şimdi dayatılmışlardan bahsedeceğim biraz.
Dayatmalar konusunda benim fikirlerimin babası denebilecek, tamamiyle fikirlerimizin örtüştüğü bir adam yaşamış zamanında, Louis Alhtusser. Bu adam oturmuş, kafa yormuş ideoloji üzerine. Ve demiş ki bu ideoloji bazı aygıtlar kullanılarak yerleştirilir bizim bünyemize. Bu aygıtlar öyle içimizdedir ki biz ne yaparsak yapalım fark edemeyiz. Mesela kültür, din, okul, aile... Hepsi aslında ideolojinin aygıtlarıdır. Ve bize iktidarın istediklerini dayatır.
Hayat da bu şekilde bu aygıtlar tarafından dayatılarak öğretilir bize. Ne yapmamız gerektiğini hep başkaları söyler bize. Mesela aile... Bize söyledikleri hep büyüklere saygılı olmak, okumak, çalışmak gibi şeylerdir. Bunlar iyidir ve bizim de yapmamız gerekenler bunlardır. İyi bir eş, iyi bir çalışan, iyi bir öğrenci olmak mutlu olmamızı sağlar. Ama ben kimsenin ders çalışmaktan, sabaha kadar mesai yapmaktan veya ev temizlemekten mutlu olduğunu görmedim. Yapmayalım demiyorum tabi ki. Ama iyi nedir kavramını tartışmaya açıyor bu mutsuzluk yada yeterinde mutlu olalamak.
Benim iyim, benim doğrum, benim eğlencem de diyemiyor bu yüzden kimse. Çünkü biliyor ki toplum onu saygısız ya da bilinçsiz biri olarak nitelendirip dışlayacak. Çünkü biliyor ki çok değer verdiği annesi onun bu haline üzülecek. Çünkü biliyor ki eğer dillendirirse o zaman alacağı tepkiler onun değişmek zorunda olmasına neden olacak.
Bütün bunları bu sabah düşündüm. Sabah 7'de kalkıp okula gittim. Yaklaşan vizelerimin notlarını aldım ve iş olmadığı için boş oturduğum ofiste ders çalışmaya başladım. Oysa dün elimde notlar yokken yine aynı ofiste lost izlemeye başlamıştım. Çok da zevk almıştım. Ama şimdi ölesiye sıkıcı olan derslerimi çalışıyorum aynı masada. Çünkü birileri bana neyi ne zaman yapmam gerektiğini söylüyorlar hep.
Bundan uzaklaşmam mümkün değil belki. Hatta bunu okuyanlar anarşist bir ruhum olduğunu düşünebilirler anarşizmin bir ütopya olduğunu düşündüğüm halde. Ama sadece yakınıyorum burada. Yazık. Kısıtlı zamanımızı ya bize dayattıkları ya da bizim yanlış anlamalarımızla harcıyoruz....

23 Mart 2008 Pazar

Antik Dünyada Yaşa

Size geçenlerde internette bulduğum bir oyundan bahsetmek istiyorum biraz.
Travian'ı bilmeyen yoktur sanırım. En azından herkes duymuştur. Bu oyun da başka bir versiyonu. Sizi antik dünyada yaşamaya davet ediyor.

http://www.ikariam.net adresinden ulaşabileceğiniz oyun sizi antik çağlara götürüyor. Yine travian gibi farklı serverları mevcut. Yalnız tek farkla, bu serverlar latince harflerle isimlendirilmiş. Adalar halinde yaşanıyor oyunda. Odun, şarap, mermer, kristal ve sülfür gibi hammaddelere sahip olabiliyorsunuz. Yalnız bulunduğunuz adada odun dışında yalnız 1 adet kaynak bulunabiliyor. Diğer kaynaklara ulaşmak içinse şehrinizi büyütüp başka bir adada sömürge kurmak zorundasınız.

Travian'dan farklı olarak bir de bilim adamlarınız oluyor oyunda. Bu bilim adamları denizcilik, ordu, ekonomi ve bilim başlıkları altında çeşitli araştırmalar yapıyorlar. Bu araştırmalar tamamlandıkça köyünüzü büyütebiliyorsunuz.

Bir de tabi en önemlisi grafiklerinin oldukça kaliteli olması. Renkli ve özenle yapılmış grafikler oyundan aldığınız zevki arttırıyor.

Tavsiye ederim...

Dünyanın en şaşkın insanı

Evet az önce yeniden emin oldum ve bu sıfatı verdim kendime. Ben dünyanın en şaşkın insanıyım. Geç kalmışsın bunu söylemek için diyeceğiniz hikayeyi sonra anlatacağım. Önce taze yaptığım şaşkınlık...
Az önce blogumu temizleyip yeniden yazmaya başladığımın haberini vereyim istedim insanlara. Gayet kısa ve net bir toplu bir mesaj gönderdim. Yalnız tek bir eksikle tabi ki. Blog adresimi yazmayı unuttum...
Daha neler unuttum bir bilseniz..
Aslında unutkan bir insan değilimdir. Hatta şaşırtacak kadar güçlü bir hafızam vardır. Fi tarihinde geçmiş bir cümleyi alakasız bir şekilde hatırlayabilirim. Ama işte bazen şaşkın bir insan oluyorum ve unutmamam gereken şeyleri unutabiliyorum.
İşte asıl olay...
Herşey bana hayatım boyunca çok yardımcı olacak bilgileri bir şekilde ele geçirmemle başlıyor. (ne olduğunu ve nasıl bulduğumu burada açıklamayacağım tabi ki). Ben bu belgeleri bir word dosyasına kaydettim ve mailime attım. Artık hayatım boyunca çok rahat olacaktım. Ama gel gör ki bu kendini bilmez, içi içine sığmaz, yerine duramaz şahsiyet o belgeye neler yaptı. Hala nedenini çözemediğim bir şekilde önce bilgisayara indirip sonra da mailinden sildi (valla bilmiyorum neden yaptığımı). Sonra yine o içindeki tuhaf kıpırtıyla o belgeye bir şifre koydu. Sonra da uzun süre bakmadı. Sonra bir gün tam o bilgilere ulaşmak istediğinde şifreyi unutmuş olduğunu gördü. Aman Allahım!! Bu olamazdı işte. Bu şaşkın bünyenin tek hatırladığı kimsenin aklına gelmeyecek bir şey olduğu ve özel bir isimden oluştuğuydu. Bu yüzden aklına gelen bütün önemli isimleri, lakapları, herşeyi tek tek denedi. Ama yok, olmuyor. Bir süre sonra artık işin içinden çıkamayacağını anlayıp yardım istedi (sonunda mantıklı birşey yapıp). Ama hayır bir türlü olmuyordu işte. Kimse bulamıyordu şifreyi. İlk günlerde daha sık olan şifre denemeleri 3 ay kadar sürdü.
3 ayın sonunda hem çok teşekkür ettiğim hem de bu şaşkınlığımı ıspatladığı için tuhaf bir his duyduğum bir arkadaş bana bir şifre kırma programı getirdi. Hemen işe koyuldum. Ve işte acı gerçek. Şifre karşımda duruyordu. Kendi adım...
Ama en azından haklı çıkmıştım. Kimsenin aklına gelmemişti. Yine de bu benim bu ünvanı almamı engelleyemedi tabi ki...

Normal mi sence?

Sıkılmaktan ne zaman bahsetsem aklıma çok sevdiğim bir arkadaşım gelir. Ona birgün söylediğim, onun hiç unutmadığı ve o unutmadıkça benim hatırlayacağım bir söz; Yalnızca sıkıcı insanlar yalnızken sıkılırlar...
O kadar inanıyorum ki bu söze. Çünkü komik insanların amaçlarının başkalarını güldürmek olduğunu düşünmüyorum. Onlar eğleniyorlar, o sırada yanında olanlar da onların eğlencesinden yararlanıyorlar. Böyle bir insan nasıl sıkılır ki tek başınayken?
Kendini sevmekten kasıt da bu sanıyorum. Ya da kendiyle barışık olmaktan. İnsan hiç espri yapmaz mı kendine? Oyun uydurmaz mı? Ya da hiç mi konuşmadınız siz kendinizle yalnız kızdığınızda değil keyifliyken de? Yoksa ben deli miyim benim ölü arkadaşımın söylediği gibi.
Bir de insanların bu normal olma çabalarını anlayamıyorum. Normal dediğin ne ki? Kime göre normal? Ben normalim diyenler TSE belgelerini göstersinler lütfen bana çünkü bunun kriterlerini belirleyen bir kurum olmalı. Ama ne kadar güvenebilirsen işte bu standartları belirleyen insanlara...
Benim en iyi sırdaşım, en iyi arkadaşım, beni en iyi anlayan yine bensem kendimle konuşmam neden bu kadar tuhaf olsun ki?
Bir de şunu sormak istiyorum kendini "normal" olarak nitelendiren insanlara, normallik esassa neden "normal" olmadığını düşündüğünüz insanları daha çok seviyorsunuz?

çok sıkıldım

Bu sayfayı ziyaret etmiş olanlar bilir, aslında birkaç yazı vardı burada. Ama az önce çok sıkıldım ve sildim. Neden sıkıldığımı anlatmak isterdim ama ben bile bilmiyorum. Sıkılmak değil de bezginlik aslında belki de. Ve şimdi de bütün gece, saatlerce yazmak istiyorum.
Öncelikle evimi özledim. Şehrimi, İstanbul'umu özledim. Haftanın 6 günü çalışan bir insanım artık ve gidemiyorum ne zamandır.
Dün ofiste otururken birden dışarıyı seyretmeye başadım. Uzun süre bakmış olmalıyım pencereye düşen damlalara. Evet yağmur yağıyordu ve ben yağmur gibi bir şarkı dinliyordum, Fiona Apple - Across the Universe...
İstanbul'da buldum bir an kendimi. Sanki Çengelköy'de o kahvaltı yaptığın küçük, sessiz kafede boğazı seyrediyordum. İstanbul pusluydu, ben sisli. Kulağımda yağmur gibi bir şarkı. Ve ben deli gibi özlüyordum şehrimi..
Bu akşam sıkıldım birden. Neden bilmiyorum. Belki düzensizliğimden, aslında düzenimi bozan düzenden. Beni bir yere bağlayan sebeplerden. Her sabah beni kaldırmayı başaran ve çok sevdiğim işimden. Sıkıldım ve her zamanki gibi yazılarımdan çıkardım hırsımı.
Kelimelerim beni terk etmemişken hiç ben bir anda sildim onları. Çünkü artık yenilerini yazma zamanı...