18 Kasım 2008 Salı

The big bang

Ne zamandır dizilerden, filmlerden, müziklerden bahsetmiyordum sanırım. Hazır zamanı gelmişken bir diziyle başlamak istiyorum.
The big bang theory. Yine ön yargıma kurban gidecek bir diziydi. Ama çabuk atlattım ve çok sevdim. Sheldon'ın mimikleri, diyalogları, tavırları herşeyi mükemmel. Hatta sadece onun için bile seyredilebilir bu dizi. Hakkında çok fazla ayrıntı vermek istemiyorum. Sadece seyredin. Eminim çok seveceksiniz.
Bir de bir şarkı var son zamanlarda yoğun olarak dinlediğim. Hemen ona da değineyip sabahın köründe dizimi seyretmeye devam edeyim.

Travis - Flowers in the window

Keyif verici şeyler bunlar.
İyi eğlenceler...

16 Ekim 2008 Perşembe

Yine Başladık...

İşte yine başladık. Çoğu zaman dilime dolanan şarkıyla geçerdi günlerim. Üstelik öyle birkaç gün de değil. Belki de ay boyunca dilimde ve aklımda olurdu şarkı. Şimdi yeniden başladık.
Sabahları kalktığımda aynı şarkıyı mırıldanarak yapıyorum işlerimi. Ta ki gece yatana kadar. Bazen tutamayıp kendimi bağır çağır aynı şarkıyı söylüyorum yine. Rahatsız edici olabiliyor bazen. Ama öyle bir hal içine bürünüyor ki insan notalarda, herşeyden soyutlanabiliyor.
Neyse, başladık işte yine. Hayırlısı....

8 Ekim 2008 Çarşamba

Ağlayamadım...

İçim zehirle doldu, kusamadım. Tek tek geçerken boğazımdan haplar, ve buz gibi su üşütürken içimi, midem bulanıyor yokluğundan. Banyonun beyaz taşlarında görürken yansımamı, solgun yüzüm ağırlık yüklerken omuzlarıma, ben herşeyi bastırmak zorunda kaldım yine.
Göz kapaklarım ağırlaştı, bitkinlıkle attım kendimi yatağıma, uyuyamadım. Daracık geldi yatağım. Kuş tüyü yastıklarım battı yüzüme.....

*****************

yazamadım....

Kapı

Ne kadar da kolay çekip kapıyı çıkmak. Hep bunu düşünmüşümdür. Yüzleşmenin ağır geldiği zamanlar insanların bir kapının arkasına sığınmasını. Bu kadar kolay mı diye sormak isterim hep, başaramam. Yalnızlığa terk edilirim sıkıntılı anlarımda. Ve en büyük sıkıntı yalnız katlanılmak zorunda olandır.
Kendimi duvarlar arkasına gizlediğim olur çoğu zaman. Görmek, duymak, konuşmak istemem. Ama kör, sağır, dilsiz olamam. Hele açılan kapıyı hiç yüze çarpamam.
Sıkıntı büyük, ağlayasım var. Omzum nerde diye soramıyorum. Bir kapının ardına saklandı belki de. Duvarları yıkacak kadar güçlüyken, elim kolum bağlı oturuyorum.

27 Eylül 2008 Cumartesi

Harp...

Güllenin geldiği yerden bağırıyorlar "savaş başladı" diye. Hangi burca denk gelirse atılan toplar bir bir yere dökülüyor taşlar. Ve komutan sanki eli kolu bağlı, izliyor çoğu zaman.
Güzel konuşmalar yapıyor bazen içinden, bazen askerlerine. Bitecek ve galip olunacak diyor. Telkinlerle yürüyen bir harp. Yine de gülümsüyor komutan kendini ve hayatı kandırabilmek için.
Ayakta kalması için tonla çaba harcanan her kale, her sur, her taş, düşüşüyle yıkıyor bir hayali daha. Hayal miydi sorusunu canlandırıyor göz pınarlarında. Mimarmışçasına döşeniyor yeniden taşlar. Temelindeki hasara dikkat edilmeden.
Her hasar daha sağlamını doğururken yapıların, komutan elinde kılıcıyla gülümsüyor. Alay edermişçesine savaşla, gülümsemesini silmeden. Ama yıkılan her kale bir hayat öldürüyor içinde. Koca bir devin kolları kopuyor sanki. Taşıdığı yük ağırlığından değil zayıflığından yoruyor.
Bir gülle daha geliyor. Yeniden çığlıklar yükseliyor "savaş başlıyor". Komutanda bir gülümseme. Buruk ama gururlu....

17 Eylül 2008 Çarşamba

Düğüm...

İçimde kocaman bir düğüm. Nereye gitsem benimle gelen. Beynimi, kalbimi, midemi zapt etmiş. O kadar sağlam ki gerilmiş ipi koparmıyor bir türlü. Hangi ucundan çekersem çekeyim tam ortasındayım aslında ipin. Düğümün en kör noktasında.
Yoruluyorum. Ve her yorulduğumda yokluğunun gölgesine bağdaş kuruyorum. O kadar soğuk ki. Üşüyorum hiç geçmeyecek bir soğukta. Ellerinle yeniden sarıp ellerimi, kolunu dolayıp boynuma, ısıtman için yorgunluğumu geçirmiyorum. Gölgen seni bana getirir diye, dizlerimi dayayıp gönlünün yerine, sadece bekliyorum.
Bir kedi gibi yüreğindeki en kuytu yerlere sokulduğum günler geliyor aklıma. İçimi ısıtan bir kaç cümlen. Bana bakarken gülümsemen. Geceyi aydınlatan gülüşün geliyor aklıma. Bir ilmek arasına sıkışmış nefes alamazken, son nefesimmiş gibi ölümümü yavaşlatmaya çalışırken, gözlerin geliyor aklıma.
Artık daha çok susuyorum konuşurken. Ağzımı her açtığımda kelimelerin geliyor aklıma. İçimde bir düğüm. Yavaş yavaş çözüşünü düşünüyorum. Nefes alırken içime doluşunu. Hayata dönerken yanımda oluşunu. Kalp atşımı duyuşunu. Ve dinlemeni...
Hiç susmadan konuşmalarımı, saçma sapan esprilerimi, göşyaşlarımı, ruhumu dinlemeni düşünüyorum. Benimle birlikte atmanı sonra. Coşmanı, koşmanı...
Yine bir düğüm oluşuyor içimde. Ve ben yokluğunun gölgesinde üşüyorum...

7 Eylül 2008 Pazar

Döneceksin Diye Söz Ver...

Bitti.
Bir mayıs sıkıntısını beraberinde getirdi bu gidiş. Baharı karanlığa boğdu. İçimde bir bulantı. Nereden geldiğini anlamadım. Gözlerim karanlığa direnirken, odamı üzerime zincirlemişken, bir turnanın kanadında olmayı hayal ederken bitti...
Kusmak istedim içindeki herşeyi. Hiç durmadan konuşmak. Belki de hayatımda ilk kez bağırmak. Bir bitişi kabul etmemek. Ama gün aydınlanacakken yavaş yavaş, kasvetten kurtulacakken dünya, iki yüz yeniden karşılaşıp gülecekken bitti...
Bir aldanış, bir isyan, bir inkar getirdi yanında. Tam da herşeye hazırlıklıyken oysa. Bir yok oluş, bir iç çekiş, bir acı bıraktı ardında. Tam da yüzümüz gülmeye başlamışken. İyiyim dedin. Bir iyilik götürdü ardında. Tam da karşılığını bulacakken bitti....
Bir kayboluşta çocuklar gibi buldururken yolu yeni bir koyboluş getirdi beraberinde. Lambalar da yanmıştı oysa. Yıldızlar o kadar parlaktı ki. Güneş o kadar yükselecekti ki. İçimizi o kadar ısıtacaktı ki. Biz ilk defa buz kesen hayatımızı eritecektik. Tam da sularımızda yüzmeyi öğrenmişken bitti...
Döneceksin diye söz verdiremedim. Ellerimle teslim ederken seni gitme diyemedim. Karanlıklara boğuldu diye dünya güneşe doğ diyemedim. Kaybolup giderken sen bu hayata bul diyemedim...

3 Eylül 2008 Çarşamba

Beppi Hörtdey Tu Mi

Bir eylül akşamı rastladım sana.
Bunca yıl beni mi bekledin. Gülümsedin geldiğimde. Apaydınlıktı yüzün. Bazen ağladık birlikte. Yine gülerken yanımdaydın.
Bazen öyle şeyler yaptın ki şımarttın beni. Bazen hiç yüzüme bakmazken şımardım sana.
Hayat...
Şımardım bugün sana. İlk doğduğum gün gibi gülümse bana 25 sene sonra da....
Hayat'ım...
Teşekkür ederim...

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Bekleyiş...

Tüm geç kalışlarım sana, gerektiği anda yanında olmayışım, neredeydin diye sormana sebep oluşum belki de çocukluğumdandır. Hep bir heyecan içinde en son atlayışım vapura elimden tutar çekersin ve ben hiçbir zaman düşmeden yetişirim sanışımdan, içimdeki heyecanı dindirmek istememem her an gözlerini görüyormuş gibi hissetmemdendir.
Usulca yanına yaklaşıp başımı dayadığımda omzuna bunu söylemeni bekledim hep. Bir iyi ki geldin ıslansın dudaklarında ve ben bu ıslaklıkla susuzluğumu gidereyim istedim hep. Dudakların hiç değmedi dudağıma. Belki de bu yüzden çorak topraklar üzerinde, üzerim karla kapla, sessizce bir bekleyiş içerisindeyim.
"Zaman" der misin diye korkuyorum küçük bir çocuk gibi. Ben asla çarklara hapsolmamışken sen kocaman bir adam gibi karşıma dikilip "zaman" dersin diye korkuyorum. Geç mi kaldım diye soramıyorum. Çağırdığın zaman geleyim diye, yüzünü gördüğümde aydınlığım hiç bitmez diye, ben tam istediğinde yanında olurum diye hiç saate bakmadım.
Gözlerinle gelen yaz yağmurunda yürürüz belki seninle. Üstümüz başımız çamur içinde, aldırmadan. Sadece biz bir şehrin sokaklarını yeniden anlamlı kılarken, söylenenlere aldırmadan, bir çocukmuşum gibi elimden tutup öğretirken aslında bildiğim herşeyi yeniden, yeniden açan bir çiçeğin yapraklarını okşarmış gibi okşarsın yüzümü, saçlarımı diye sessizce durmuş bekliyorum.
Hiç susmayan insanlar içinde dolaşırken, kulaklarım sessizliğinden sağır olmuş, sadece gel demeni bekliyorum. Belki o zaman yeniden durur dünya, zaman. Ben yeniden başımı dayayıp omzuna geçmeyen dakikalarına adını kazırım gecenin. Bir şarkı söyler dudaklarımız yeniden...

Sus Kalbim...

Çok uzak bir köşesinde dünyanın içimde hissediyorum herşeyi aslında olmadığını bilerek ve yakınlar uzak uzaklar yakın oluyor. Nedenini bilemediğim bu his, nedenini bilemediğim düşünceler getiriyor aklıma. Ve nedenini bilemediğim konuşmalar yapıyorum kendime, çevremdekilere, sessizliğe, geceye.
Kim inandırmıştı beni susmam gerektiğine bilmiyorum. Ama susar ve konuşmazdım. Hiç dökmedim içimdekileri, isteklerimi. Oysa şimdi birileri çıkmış söylemelisin diyor. Ne geliyorsa içinde, ne istiyorsan söylemelisin. Haykırmalısın hatta. hakkın senin diyorlar. Ama hak edilen yaşanmıyor ki dünyada. istiyorum demek getirmiyor ki istediğini. Ne yaman bir çelişki ki içimdeki ses de susamıyor artık. Azıcık daha yanıma yanaşsalar duyacaklar kalp atışlarımı. Atar gibi haykırışlarını. Bu yüzden uzak tutuyorum kendimden herkesi. az kaldı diyorum. Bak geçti 3te 1i. Ne kadar dayanırım bilmiyorum ama. Tutunduğum ve aslında olmayan dal az sonra kopacak gibi geliyor. Ne öğütler ne tavsiyeler veriyorum kendime. Yine de dinlemiyorum. Yalnızca artık susamıyorum ve alabildiğine haykırıyorum herşeyi. Kimse hiçbir şey duymuyor ama yine. Şimdilik sadece kendime itiraf edebiliyorum gerçekleri. Bazılarını görmek istemiyorum. gözlerimi kapatıyorum bir çocuk gibi görmeyince olmaz onlar da sanıyorum. Ben görmüyorum ya kötülüklerin hiç biri yok artık dünyada. Hani kapattım ya gözlerimi, döndüm ya sırtımı işte şimdi hiçbir şey zarar veremez bana.
Ah heyhat!! Ne bıçaklar ne yaralar var sırtımda. Acaba olmadı onlar desem gerçekten geçer mi hepsi. Acaba iyi şeyler söylesem sadece kendime. Acaba sadece hayal etsem bi dünya gözlerimi açınca görür müyüm onu?

Sadece söylesem gerçek olur mu tüm dileklerim?
Gerçek olmayacağını bilse de haykırıyor kalbim durmadan "istiyorum" diye. Ne yazık artık sözlerini bilinçli söylüyor. Önceleri hiçbir sarhoşluk itiraf ettiremezken şimdi her saniye yüzüme vuruyor hislerini. "Sus" diyorum kalbim "Sus konuşma". Durmuyor ve haykırıyor. Kaldıramıyorum. "Hadi beni geçtim duyacaklar sus" diyorum. "Onlar atış sanırlar haykırmalarımı, aldırma" diyor. Sonra biri yanıma kadar geliyor. Kalbim haykırıyor. o atıyor sanıyor....

Gece bir sis gibi çöküyor. Bir nefes getiriyor, yaşatıyor. Bir yalnızlık getiriyor, öldürüyor. Çizginin neresindeyim bilmiyorum. düşünüyorum, çabalıyorum ama iki yandan birine geçemiyorum. Tam üzerinde duruyorum o incecik çizginin. ölümle yaşamı, seninle sensizliği ayıran o çizginin. Kıldan ince, işte şimdi kopacak ve ben düşeceğim bir tarafa. Kanayacak her yerim yine. Ama hayır dolanmış her yerime. Kopmuyor, bırakmıyor beni de.

Neye yarar ki yazmak diyor şimdi de kalbim. Neye yarar konuşmak. Uyuyamayacağımı bile bile yatağa gitmek, göremeyeceğimi bile bile boşluğa bakmak, gelmeyeceğini bile bile çağırmak. Neye yaradı ki isteklerim, dileklerim, dualarım. Elimde kalan kocaman çaresizlik. ve beynime inat haykıran kalbim. Ah kalbim sus artık duyacaklar. Onlar duymasa da ben duyacağım. Kalbim sus, atma. Bak sessizce uyuyan gözyaşlarım duyacak...

14 Ağustos 2008 Perşembe

Gün aydın....

Saçları yüzüne düştü kadının. Yataktan kalktığında hep öyle olurdu zaten. Ama yine de güzeldi. Belli belirsiz bir gülümseme yüzünde. Günaydın dedi. Uzun süredir günaydınları bu kadar içten olmamıştı. İçindeki huzur yüzüne hiç bu kadar yansımamıştı. Gün aydındı.
Başını tekrar yastığa koydu. Gördüğü rüyayı tekrar düşündü. Yeniden gülümsedi. Bu garip mutluluğunu yadırgadı. Ama yine de vazgeçmek istemedi. Saçlarım dağınık diye düşündü. Odası gibi dağınık bıraktı onları da. Başını pencereye çevirip dışarı baktı. Gün gerçekten aydınlık diye düşündü.
Araba sesleri yerine kuşları duydu o sabah ilk defa. Şehir gülümsüyordu yeniden. Ve şarkı söylüyordu kadınla birlikte.
En güzel günaydınla uyandı o sabah kadın. Ve gerçekten gün çok aydındı. Yüzünde bir gülümsemeyle, başı yastıkta, saçları dağınık, gözleri sevdiğinde geçirdi durdurduğu sabahını.

Kayıp

Kayboldum....
Bu şehir benim bıraktığım gibi değil artık. Sokakları yol göstermiyor. Sanki daha karanlık eskisinden. Sanki daha karışık kafası. Bensizlik yaramamış sanki.
Nereye gittiğimi bilmeden yürüyorum yine. Her zamanki gibi dudaklarımda aynı şeyler var yine. Aynı kelimeler dökülüyor ister istemez. Düşünceler ise benden bağımsız. Kendi özgürlüklerini ilan edip bedenimde, ne isterse onu yaptırıyorlar. Dur dedim çok zaman, dinlemedi. Şimdi ise oluruna bırakıyorum herşeyi.
Bildiğim bir şehrin, bildiğim bir sokağında kayboldum. Karanlık çöktü birden üzerimize. Durdum, kıpırdayamıyorum. Çok korkuyorum ama söyleyemiyorum. Utanmasam küçük bir çocuk gibi ağlayacağım. Nerede bıraktın beni bilmiyorum ama orayı bulup kıpırdamadan bekleyeceğim. Neden ağlıyorsun çocuk diye yanıma gelen olmayacak biliyorum. Eteğine tutunarak birinin yürümeyeli çok oldu. Bu yüzden de kayboluyorum. Büyüdüm ben artık, onun için ağlamıyorum. Ama çocuğum hala ve çok korkuyorum.
Kayboldum...
Başım dik burada duruyorum. Sesimi çıkarmadan bağırıyorum sana gel al beni burdan diye. İlk gördüğünde sarıl yine. Ben hiç birşey söylemeyeyim ama sen anla. Yine de birşey söyleme. Her zaman yaptığın gibi sarıl bana ve al korkumu benden. Güvende olduğumu bileyim yeniden. Yolumu göster bir ışık gibi. Bir pusula gibi çiz hayatımı.
Kayboldum...
Gel gir içime. Beynime, ruhuma hükmet. Heyecanla atan kalbimi durdur. Nefesimi kes.
Gel kaybolacaksak de beraber kaybolalım yeniden....

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Neler Oldu?

Blog yazayım dedim ama yine beceremiyorum işte. Söylemek istediklerimi içimden söyleyip duruyorum bu tuhaf koşuşturma içinde.
Neler oldu.
Canım ev arkadaşım kaza geçirdi. Haberi nasıl aldığımı unutamıyorum. Ellerim titremişti. Allak bullak olmuştum. Hastane geçirdim çokça zamanımı. Çarşamba günü ameliyat oldu ve haftaya çıkacak. Şimdi sadece iyi olduğu için şükrediyorum.
Üniversitenin ilk yılında tanıştığım, iyi ki de tanışmışım dediğim, hayatımda çok önemli yerleri olan arkadaşlarım var. Evren bunlardan sadece bir tanesi. Ve Evren askerden geldi. Zor bir askerlik geçirdi. İstediğimiz her an ona telefonla ulaşamadık. Aslında doğru dürüst hiç ulaşamadık. Sayılı gün, çok sevdiğin birinden çok az haber alarak onu beklemek çok zormuş. Hepimiz bunu gördük. Ama işte nihayet, burda. Ait olduğu yerde.
Daha önce söylediğim gibi sevdiğim ve nefret ettiğim ufak şeyleri yazmaya başladım. Ama görüyorum ki artık eskisi kadar sinirlenemiyorum bazı şeylere. "O da öyle bir insan ne yapalım" demek gerekiyor hayatta demiştim. Bunu yapmayı başarmışım. Bunu da başarılar kısmına yazdım. Aslında güzel bir çözüm. Böylece karşındaki insanı olduğu gibi görebiliyorsun. Kalıplara sokma çabası var ya her insanda. Onu yeniyorsun. Bir şekilde, tesadüfen hayatının bir yerine koyuyor ya da koymuyor ve olduğu gibi görünce doğru bir karar verdiğini anlıyorsun. Ama 1 sene önce kızacağım şeylere kızmıyorum artık. Ne yapalım O da öyle bir insan.
Hep derdim ahım tutar diye. Gerçekten tutuyormuş bunu gördüm. Haksız yere beni üzen insanlar iyi olamıyormuş. Sevinmem gerekir belki buna ama sevinemiyorum ben. Ona da üzülüyorum. Ama elimde değil üzülünce de ah etmemek. Ama ahım tutuyormuş benim hep.
Bundan sonra daha düzenli yazmaya özen göstereceğim. Sarı not defterimde yazanları da yeteri kadar olduğunda buraya yazacağım.
Ve bir karar: istediğim, hazırlandığım ve ertelediğim şeyleri yapmaya başlıyorum yakında.

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Sarı Not Defteri

Bugün not tutmaya karar verdim.
How I met your mother seyreden herkes meşhur sarı kağıdı bilir. Karar verilemeyen anlarda iyi ve kötü şeylerin yazıldığı ve karşılaştırıldığı kurtarıcı kağıt.
İşte oyle bir not defteri edinmek istiyorum ben de. Öğrendiklerim ve sinir olduklarım diye ikiye ayırmak kağıdı ve yazmak. Eften püften bilgiler, incir kabuğunu doldurmayacak ya da çok büyük sinir bozucu şeylerle doldurmak istiyorum.
Sonra belki bir ara burda da yazarım. Belki zamanla sinirim geçtikçe karalarım üstlerini. Belki de bi zaman gelir birilerinin gözüne sokarım. Bilemiyorum şimdiden.
Ama aynı gün içinde yeni öğrendiğim ve sinir olduğum birşey mutlaka çıkıyor.

28 Nisan 2008 Pazartesi

Gökkuşağım Nerede?

Az önce yağmur düştü pencereme ve ben sesinden anladım geldiğini.

Çocukken yağmur kovalardık. En sevdiğim şey son zerreme kadar ıslanmak ve açan güneşle kurumaktı. Öylece durup gökkuşağını beklerdik sonra. Acaba bu sefer nerede ortaya çıkacak diye heyecanlanır, ilk gören olmak isterdik.

Ne zamandır görünmüyor gökkuşağı ortalarda ve ben artık kaçıyorum yağmurdan. Belki de bu yüzden küstü bana, bilmiyorum. Ama sanırım ne zamandır çocuk olmuyorum ben.

Öylece oturup evimde kahvemi yudumlarken büyüdüm diye düşünüyorum, kahvenin yasak olduğu yaşlar aklıma geldiğimde. Biz büyük ve kirlendi dünya diyordu bir şarkıda. Hayır çok yanılıyorsunuz. Dünya kirlendi diye büyüdük biz. Ve kirlendikçe daha bir derinlere saklanıyor çocukluğumuz.

İlk hayal kırıklığımızı yaşadığımız zamanı hatırladığımızda dönüp bu kadarcıkmıymış demek ne kadar tuhaf. Oysa o zamanlar ne kadar büyüktü.

Bir zamanlar içimdeki sen ne kadar büyüktün. Yağmur muydun kovaladığım yoksa heyecanla aradığım gökkuşağım mıydın bilmiyorum. Ama çok büyüktün. Hayal kırıklıklarım küçüktü. Kirlendi dünya top oynadığım çamurlardan daha çok. Ben bir yerde büyüdüm sonra. Ve hayal kırıklıklarım hep küçüldü alışılmış bir şey olduğundan.

Sen nerde bıraktın beni hatırlamıyorum. Ne kadar derinlere saklandım sensizlikte. Ve elimde haritamla kendi hayatımın yolunu bulmaya çalışıyorum bir yağmur kaçağı olarak kavurucu güneşte...

Benim Pencereme Karışmayın

İnsanlar ne çok konuşuyor değil mi?

Herşey hakkında, her zaman çok konuşuyor insanlar. Belki haklılar kendi düşüncelerini söylemekte. Ama buna inanlar oluyor. Oysa herkesin penceresi farklı bir tek bunun farkında değiller.

Düşünsenize hiç tanımadığınız biri hakkında sürekli bir şeyler duyuyorsunuz ve bunlar oldukça kötü şeyler. Ama tek taraflı dinliyorsunuz bunları. Ve sonunda elinizde hiç tanımadığın birine karşı kin dolu bakışlar kalıyor.

Ama ya öyle değilse herşey. Ya pencere yarı açıksa. Ya tam olarak göremiyorsanız.

Günün birinde bir söz duymuştum, kimden ve nasıl hala hatırlamıyorum. Çok da önemsemiyorum da aslında. Sadece artık benim için çok önemli olan bir söz bu ve ne yazdık ki haklı bunu söyleyen. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma...

Ben değilim demeyin. Hepimiz çoğu zaman öyleyiz aslında. Bize verildiği kadarını alıyoruz. Ve bu eksik bilgi bizi hemen bir fikrin kucağına oturtuyor. Oysa ne çok yanılmışım demek ise sadece erdemli insanlara kalıyor.

Ne çok konuşuyor çevremdekiler. Bence kulaklarımı tıkamadım ama beynimde çalan müziği dinliyorum. Gelip geçiyor konuşmalar. Hayır aslında geçmiyor. Dinliyorum hepsini. Ama hiçbiri benim düşüncem değil. Ben düşüncelerimi biraz daha doğru bilgi sahibi olduktan sonraya saklıyorum. ..

Keşke Görmesem

Nefret ettiğim bir bilinç altım var.

Evet nefret ediyorum kendisinden. Benden bağımsız olmasından nefret ediyorum. Neden onu kontrol edemiyorum ki sanki.

Unutmam gereken şeyleri zamansız bir şekilde bana hatırlatıyor itinayla. Rüyama sokuyor hayatımdan çıkarmak istediklerimi. Hem de en berbat şekilde. Sonra gecenin bir yarısı uyandırıyor beni tatlı uykumdan. Gözlerim yaşarmış, avuç içlerim kanamış ve içimde tarif edilemez, engellenemez bir huzursuzlukla.

Öyle ki içimdeki şey kocaman. İçimdeki şey engellenemez. İçimdeki şey beni öldürüyor.

Hiç alışık olmadığım bir şekilde uyanıyorum. Huzursuzluğum son gördüğüm rüyanın olduğunu hatırlamamla büyüyor. Neden gördüğüm rüyalar gerçek oluyor? Neden olana kadar bu kadar huzursuz, ya da bu kadar umutlu bir bekleyiş içine sokuyor beni? Alt tarafı rüya deyip neden tekrar güzel uykuma dalamıyorum?

İşte yine bütün günüm berbat oldu. Üstelik rüyamda gördüğüm kişi kendine dikkat et dediğimde teşekkür etti sadece bana. Çünkü o alt tarafı rüya deyip geçebiliyor. Ama hayır teşekkür etme bana dikkatli ol sadece. Alt tarafı rüya diyemiyorum ben çünkü. Ve bunu bana gösteren bilinç altımdan nefret ediyorum.

21 Nisan 2008 Pazartesi

İstabul'da Bir Haftasonu

Çok uzun zaman olmuştu İstanbul'a gitmeyeli. Ne kadar uzak kalırsa o kadar az biliyor özlediğini sanırım insan. Ben bunu bir kez daha anladım en azından.

Çocukluğumun geçtiği sokaklar bana yıllar öncesinin kokusunu taşıdılar mesela. Boğaz yine aynı şekilde gülümsedi bana. Ben yine İstanbul'un şarkısını duyarak merhaba dedim güne.

Ve sanırım hayatımdaki unutamayacağım güzel günlerden birini yaşadım. Benim için insanlar işlerini, güçlerini bıraktılar, sabahın bir saati kahvaltımı paylaştılar. Bunun nasıl bir his olduğunu anlatmak zor.

Bu satırları yazarken çok düşündüm nasıl anlatabilirim diye. Ama tarifsiz işte. Kelimeler fakir kalıyorlar. Bu kadar mı az şey biliyorum diye düşünüyorum hatta şu an. Çok şey hissediyorum ama.

Burada tek tek isimlerini saymak isterdim. Hatta bakın bunlar benim için önemli insanlar diye her önüme gelene söylemek. Ama bunu haykırmayacağım. Çünkü sadece farkında olmak ve hep aklında tutmak daha önemli diye düşünüyorum.

Zaten sorun orda başlamıyor mu? Benim için önemlisin diye bas bas bağıran insanlar çekip gitmiyor mu ilk önce. Bu yüzden ben söylemiyorum bunu. Sadece şunu bilin istiyorum, siz pazar günü benim yanımda olan arkadaşlarım, benim için çok önemlisiniz. Ve her zaman sadece bir telefon yeterli herşey için...

14 Nisan 2008 Pazartesi

Last Train

Ne zamandır yazmak istediğim birşeyler var. Ama bir türlü kafamı toplayıp da başlayamadım. Sanırım insan bir şeyi ne kadar çok yapmak isterse o kadar beceriksizleşiyor o konuda. Ya da sadece ben yaşıyorum bunu. Konuşmak istediğimde tek kelime çıkmıyor ağzımdan. Anlatmak istediğimde hep saçmalıyorum. Bazen Coupling'deki Jeff gibi görüyorum kendimi. Herşeyi eline yüzüne bulaştıran biri. En gerekli zamanlarda konuşamayan.

Neyse konumuza dönelim.

Herkes aynı şeyi yaşar mı bilmiyorum. Ama ben bazen bazı şarkılarla inanılmaz bir bağ kuruyorum. Sanki o şarkı bana yazılmış dersiniz ya, öyle gibi ama değil. Bu daha çok şarkıyı ruhunuz söylüyormuş gibi hissetmeye benziyor. O kadar yakın ki aslında bana bu yüzden günlerce, saatlerce hiç sıkılmadan dinleyebiliyorum.

Yine böyle bir şarkı dinliyorum uzun zamandır. Öyle tuhaf ki. Bütün sesler kesildiğinde yine de devam ediyor çalmaya. Son anda yakaladım ki yoksa kaçırdım mı treni hala bilmiyorum. Ama Travis ısrar ediyor, this could be the last train...


Beynime yağmurlar yağıyor. Düşen her damla canımı acıtıyor. Küçük önemsiz gibi görünen damlalar. Sadece benim için çok şey ifade ediyor. Bu bir delilik gibi. Kendini hapsetmek gibi demir parmaklıkları olmayan bir kafese. Bu kocaman bir okyanusa düşen son damla gibi. O kadar dolmuş ki taşacak artık. Son damla düşüyor, taşıyor, ama durmuyor yağmur.

Bir yerlerde kaybettim kendimi, ya da unuttum bilemiyorum. Tozlu bir rafa mı kaldırmıştım yoksa duygularımı. Bundan mı acaba içimdeki bu boşluk hissi. Başka birşey olamaz çünkü. Ya söküp aldılar herşeyi ya da ben unuttum onu çocukluğumda. Salıncakta sallanırken düşmüş olmalı. Toprak örtülmüş üstüne. Bu yüzden bulamıyorum ne dolduracağım şeyi ne de çocukluğumu.

Uykularım bölünüyor garip bir rüyayla. Her gece elimdeki silah beynimde patlıyor. Öncesini ve sonrasını bilmiyorum. Sanırım çevremdeki herkesi vuruyorum. Sonra da kendimi. Zaten gördüğüm en güzel rüyalar içinde öldüklerim. Belki de çoktan öldüm. Cenaze törenime bu yüzden katılamadım hiç. Ve o toprak nefes alırken atıldı üzerime.

Her zaman sulamayı unuttuğum çiçekleri neden alıp penceremin kenarına koydum bilmiyorum. Çiçekleri vardı aldığımda. Şimdi son kalan yeşil yapraklarını yaşatmaya çalışıyorum. Belki de yaşam denen savaşa bağlanma nedeni arıyorum. Odam güneş almadı hiçbir zaman. Belki de üzerime örtülü olan topraktan. Bu yüzden yaşamıyor çiçeklerim belki de. Sanırım ben son treni çoktan kaçırdım.

Elimde bilet hala istasyonda bekleyişim neden o zaman? Neden bu inat? Neden bu umut? Çiçeklerim neden yaşamıyor? Ve neden bu şarkı bu kadar içimde?

Bilinmezliğimde kaybolmuşken beni bulsunlar diye bekliyorum. Ve dilimde aynı şarkı...

28 Mart 2008 Cuma

Eksik Hikaye

Küçük bir çocukken uyumak için hep masal dinlerdim annemden. Her gece farklı birşey anlatır ve ben hiçbir zaman sonunu bilemediğim hikayeler dinlerdim. Bazılarına rüyamda devam eder, bazılarını ise belirsizliğe süreklerdim. Ama yarım kalana hiçbir zaman devam edilmezdi. Her gece başka bir masal.
Belki de bu yüzden yarım kalmış hikayeler yaşıyorum hep. Hep bir şeyler eksik bitiyor hayatımda. Huzun içinde olmuyor artık uykular. Yenisi başlar mı bilinmiyor. Rüyada devam edilmiyor. Belki de sırf bu yüzden eksik biraz hayat.
Büyüdükçe yaralar da farklılaşıyor. Eskisi kadar kolay kapanmıyor. Diz kapağımın da yeri farklı artık. Her düştüğümde kanayan yer bu yüzden değişiyor. Ve yollardaki çakıl taşları görünmez birer hançer sanki artık.
Yarım kalıyor hikayelerim çocukluğumda olduğu gibi. Kırmızılar giymiş kız babaannesine hiç ulaşamıyor. Şekerden ev görünüp yenemeden uykuya dalınıyor. Ve uykular artık güneş ışığıyla bitmiyor. Gözlerdeki ışıkla birlikte kararıyor gün ve yeni bir hikaye bulana kadar aydınlanmıyor.
Annem yok başımda artık masallarım sürerken. Kendi masallarımı kendim yaratıp, yine kendime anlatıyorum. Üstüm açık uyuyorum bu yüzden çoğu zaman. Kimse unuttuğum ışığımı söndürmeye gelmiyor. Ve mutlu bitecek masallar bazen bir ölümle sonuçlanıyor...

26 Mart 2008 Çarşamba

Huzuru Bulmak

Kim hayatında bir köy gördü?
Başkadır köyün kokusu, insanları. Bazılarının sadece derslerde gördüğü hayvancılıkla geçinir onlar. Gübre kokusu aşina oldukları bir şeydir ve hiç yadırgamazlar şehirli insanlar gibi. Hatta köylerinin kokusudur ve o uzaklaştıklarında ilk özledikleri de belki bu kokudur.
Hormon nedir bilmezler meyve ve sebzelerde. Bazılarının çok az eriştiği zevk olan dalından koparılan meyveyi yemek onlar için olağandır. Hatta başka nasıl yeni bilmezler. Onlara göre marketlerde yüksek fiyatlara satılan mevye sebzeler anlamsızdır.
Çocuklukları ağaç tepelerinde geçmiştir. Yüksek rakımlarda yaşamak hiçbir zaman zor gelmemiştir. Ve barbi bebeklere asla sahip olamasalar da ağaçtan evlerini, çamurdan oyuncaklarını her zaman daha çok sevmişlerdir.
Hipodromların dışında at görmenin ve binmenin zevkine varmışlardır. Mutlaka lastik ayakkabıları olmuş ve gidemedikleri sinema salonları onlar için eksiklik sayılmamıştır. Hep hasret kalınan uzun sohbetleri onlar yaparlar. Külüne muhtaç oldukları komşular vardır ve kimse hiçbir zaman külünü komşusundur esirgememiştir.
Yine de bazen şivelerine güler insanlar. Bazen küçümseyen gözlerle bakıp, insan olduklarını unuturlar onların. Herkesten fazla hayatın içinde olmalarını çekemezler belki de.
Belki de tek yapılması gereken bir yaz Bodrum yerine adını bile duymadığınız bir köyde geçirmektir tatili. O zaman hep aranıp bulunamayan huzur belki size de uğrar kısa bir süre de olsa...

Öğretilmiş Hayat

Yaşamayı kaç kişi kendi keşfediyor çok merak ediyorum. Genel olarak çoğu şey öğretiliyor çünkü bize. Neyin doğru neyin yanlış olduğu, iyi yada kötü hep öğretiliyor. Bununla ilgili konuya başka bir yazıda değineceğim. Şimdi dayatılmışlardan bahsedeceğim biraz.
Dayatmalar konusunda benim fikirlerimin babası denebilecek, tamamiyle fikirlerimizin örtüştüğü bir adam yaşamış zamanında, Louis Alhtusser. Bu adam oturmuş, kafa yormuş ideoloji üzerine. Ve demiş ki bu ideoloji bazı aygıtlar kullanılarak yerleştirilir bizim bünyemize. Bu aygıtlar öyle içimizdedir ki biz ne yaparsak yapalım fark edemeyiz. Mesela kültür, din, okul, aile... Hepsi aslında ideolojinin aygıtlarıdır. Ve bize iktidarın istediklerini dayatır.
Hayat da bu şekilde bu aygıtlar tarafından dayatılarak öğretilir bize. Ne yapmamız gerektiğini hep başkaları söyler bize. Mesela aile... Bize söyledikleri hep büyüklere saygılı olmak, okumak, çalışmak gibi şeylerdir. Bunlar iyidir ve bizim de yapmamız gerekenler bunlardır. İyi bir eş, iyi bir çalışan, iyi bir öğrenci olmak mutlu olmamızı sağlar. Ama ben kimsenin ders çalışmaktan, sabaha kadar mesai yapmaktan veya ev temizlemekten mutlu olduğunu görmedim. Yapmayalım demiyorum tabi ki. Ama iyi nedir kavramını tartışmaya açıyor bu mutsuzluk yada yeterinde mutlu olalamak.
Benim iyim, benim doğrum, benim eğlencem de diyemiyor bu yüzden kimse. Çünkü biliyor ki toplum onu saygısız ya da bilinçsiz biri olarak nitelendirip dışlayacak. Çünkü biliyor ki çok değer verdiği annesi onun bu haline üzülecek. Çünkü biliyor ki eğer dillendirirse o zaman alacağı tepkiler onun değişmek zorunda olmasına neden olacak.
Bütün bunları bu sabah düşündüm. Sabah 7'de kalkıp okula gittim. Yaklaşan vizelerimin notlarını aldım ve iş olmadığı için boş oturduğum ofiste ders çalışmaya başladım. Oysa dün elimde notlar yokken yine aynı ofiste lost izlemeye başlamıştım. Çok da zevk almıştım. Ama şimdi ölesiye sıkıcı olan derslerimi çalışıyorum aynı masada. Çünkü birileri bana neyi ne zaman yapmam gerektiğini söylüyorlar hep.
Bundan uzaklaşmam mümkün değil belki. Hatta bunu okuyanlar anarşist bir ruhum olduğunu düşünebilirler anarşizmin bir ütopya olduğunu düşündüğüm halde. Ama sadece yakınıyorum burada. Yazık. Kısıtlı zamanımızı ya bize dayattıkları ya da bizim yanlış anlamalarımızla harcıyoruz....

23 Mart 2008 Pazar

Antik Dünyada Yaşa

Size geçenlerde internette bulduğum bir oyundan bahsetmek istiyorum biraz.
Travian'ı bilmeyen yoktur sanırım. En azından herkes duymuştur. Bu oyun da başka bir versiyonu. Sizi antik dünyada yaşamaya davet ediyor.

http://www.ikariam.net adresinden ulaşabileceğiniz oyun sizi antik çağlara götürüyor. Yine travian gibi farklı serverları mevcut. Yalnız tek farkla, bu serverlar latince harflerle isimlendirilmiş. Adalar halinde yaşanıyor oyunda. Odun, şarap, mermer, kristal ve sülfür gibi hammaddelere sahip olabiliyorsunuz. Yalnız bulunduğunuz adada odun dışında yalnız 1 adet kaynak bulunabiliyor. Diğer kaynaklara ulaşmak içinse şehrinizi büyütüp başka bir adada sömürge kurmak zorundasınız.

Travian'dan farklı olarak bir de bilim adamlarınız oluyor oyunda. Bu bilim adamları denizcilik, ordu, ekonomi ve bilim başlıkları altında çeşitli araştırmalar yapıyorlar. Bu araştırmalar tamamlandıkça köyünüzü büyütebiliyorsunuz.

Bir de tabi en önemlisi grafiklerinin oldukça kaliteli olması. Renkli ve özenle yapılmış grafikler oyundan aldığınız zevki arttırıyor.

Tavsiye ederim...

Dünyanın en şaşkın insanı

Evet az önce yeniden emin oldum ve bu sıfatı verdim kendime. Ben dünyanın en şaşkın insanıyım. Geç kalmışsın bunu söylemek için diyeceğiniz hikayeyi sonra anlatacağım. Önce taze yaptığım şaşkınlık...
Az önce blogumu temizleyip yeniden yazmaya başladığımın haberini vereyim istedim insanlara. Gayet kısa ve net bir toplu bir mesaj gönderdim. Yalnız tek bir eksikle tabi ki. Blog adresimi yazmayı unuttum...
Daha neler unuttum bir bilseniz..
Aslında unutkan bir insan değilimdir. Hatta şaşırtacak kadar güçlü bir hafızam vardır. Fi tarihinde geçmiş bir cümleyi alakasız bir şekilde hatırlayabilirim. Ama işte bazen şaşkın bir insan oluyorum ve unutmamam gereken şeyleri unutabiliyorum.
İşte asıl olay...
Herşey bana hayatım boyunca çok yardımcı olacak bilgileri bir şekilde ele geçirmemle başlıyor. (ne olduğunu ve nasıl bulduğumu burada açıklamayacağım tabi ki). Ben bu belgeleri bir word dosyasına kaydettim ve mailime attım. Artık hayatım boyunca çok rahat olacaktım. Ama gel gör ki bu kendini bilmez, içi içine sığmaz, yerine duramaz şahsiyet o belgeye neler yaptı. Hala nedenini çözemediğim bir şekilde önce bilgisayara indirip sonra da mailinden sildi (valla bilmiyorum neden yaptığımı). Sonra yine o içindeki tuhaf kıpırtıyla o belgeye bir şifre koydu. Sonra da uzun süre bakmadı. Sonra bir gün tam o bilgilere ulaşmak istediğinde şifreyi unutmuş olduğunu gördü. Aman Allahım!! Bu olamazdı işte. Bu şaşkın bünyenin tek hatırladığı kimsenin aklına gelmeyecek bir şey olduğu ve özel bir isimden oluştuğuydu. Bu yüzden aklına gelen bütün önemli isimleri, lakapları, herşeyi tek tek denedi. Ama yok, olmuyor. Bir süre sonra artık işin içinden çıkamayacağını anlayıp yardım istedi (sonunda mantıklı birşey yapıp). Ama hayır bir türlü olmuyordu işte. Kimse bulamıyordu şifreyi. İlk günlerde daha sık olan şifre denemeleri 3 ay kadar sürdü.
3 ayın sonunda hem çok teşekkür ettiğim hem de bu şaşkınlığımı ıspatladığı için tuhaf bir his duyduğum bir arkadaş bana bir şifre kırma programı getirdi. Hemen işe koyuldum. Ve işte acı gerçek. Şifre karşımda duruyordu. Kendi adım...
Ama en azından haklı çıkmıştım. Kimsenin aklına gelmemişti. Yine de bu benim bu ünvanı almamı engelleyemedi tabi ki...

Normal mi sence?

Sıkılmaktan ne zaman bahsetsem aklıma çok sevdiğim bir arkadaşım gelir. Ona birgün söylediğim, onun hiç unutmadığı ve o unutmadıkça benim hatırlayacağım bir söz; Yalnızca sıkıcı insanlar yalnızken sıkılırlar...
O kadar inanıyorum ki bu söze. Çünkü komik insanların amaçlarının başkalarını güldürmek olduğunu düşünmüyorum. Onlar eğleniyorlar, o sırada yanında olanlar da onların eğlencesinden yararlanıyorlar. Böyle bir insan nasıl sıkılır ki tek başınayken?
Kendini sevmekten kasıt da bu sanıyorum. Ya da kendiyle barışık olmaktan. İnsan hiç espri yapmaz mı kendine? Oyun uydurmaz mı? Ya da hiç mi konuşmadınız siz kendinizle yalnız kızdığınızda değil keyifliyken de? Yoksa ben deli miyim benim ölü arkadaşımın söylediği gibi.
Bir de insanların bu normal olma çabalarını anlayamıyorum. Normal dediğin ne ki? Kime göre normal? Ben normalim diyenler TSE belgelerini göstersinler lütfen bana çünkü bunun kriterlerini belirleyen bir kurum olmalı. Ama ne kadar güvenebilirsen işte bu standartları belirleyen insanlara...
Benim en iyi sırdaşım, en iyi arkadaşım, beni en iyi anlayan yine bensem kendimle konuşmam neden bu kadar tuhaf olsun ki?
Bir de şunu sormak istiyorum kendini "normal" olarak nitelendiren insanlara, normallik esassa neden "normal" olmadığını düşündüğünüz insanları daha çok seviyorsunuz?

çok sıkıldım

Bu sayfayı ziyaret etmiş olanlar bilir, aslında birkaç yazı vardı burada. Ama az önce çok sıkıldım ve sildim. Neden sıkıldığımı anlatmak isterdim ama ben bile bilmiyorum. Sıkılmak değil de bezginlik aslında belki de. Ve şimdi de bütün gece, saatlerce yazmak istiyorum.
Öncelikle evimi özledim. Şehrimi, İstanbul'umu özledim. Haftanın 6 günü çalışan bir insanım artık ve gidemiyorum ne zamandır.
Dün ofiste otururken birden dışarıyı seyretmeye başadım. Uzun süre bakmış olmalıyım pencereye düşen damlalara. Evet yağmur yağıyordu ve ben yağmur gibi bir şarkı dinliyordum, Fiona Apple - Across the Universe...
İstanbul'da buldum bir an kendimi. Sanki Çengelköy'de o kahvaltı yaptığın küçük, sessiz kafede boğazı seyrediyordum. İstanbul pusluydu, ben sisli. Kulağımda yağmur gibi bir şarkı. Ve ben deli gibi özlüyordum şehrimi..
Bu akşam sıkıldım birden. Neden bilmiyorum. Belki düzensizliğimden, aslında düzenimi bozan düzenden. Beni bir yere bağlayan sebeplerden. Her sabah beni kaldırmayı başaran ve çok sevdiğim işimden. Sıkıldım ve her zamanki gibi yazılarımdan çıkardım hırsımı.
Kelimelerim beni terk etmemişken hiç ben bir anda sildim onları. Çünkü artık yenilerini yazma zamanı...